30 Kasım 2015 Pazartesi
Zümrüd-ü Anka Efsânesi
7 Kasım 2015 Cumartesi
ENBİYÂ-VEŞ
Kovdu rakib beni tadınca leb-i yârden gülüş
Yasak elma yediği çün kovulan Âdem-veş
-Yarin dudağından gülüş tadınca rakip beni kovdu. Yasak elma yediği için (Cennet'den) kovulan Hz. Adem gibi.
Kanlı eşkim akıtıp yeryüzü pürhûn oldu
Göz yaşım hiçe sayıp geçme tufandan Nuh-veş
-Kanlı yaşımı akıtarak yer yüzü kanla doldu. Göz yaşlarımı hiçe sayıp Hz. Nuh gibi bu tufandan geçme.
Sana hâlim ise ma'lum medet etmem gayra
Çün serindir bana aşkın odu İbrâhim-veş
-(Sevgili) halimi eğer biliyorsan başkasından medet ummam. Çünkü aşkın ateşi bana Hz. İbrahim(in atıldığı ateş) gibi serindir.
Vâhasından vere kim sevgili bir katre zehir
O su çölde banadır zemzem-i İsmâil-veş
-Sevgili bana vahasından bir damla zehir verse o su bana çölde Hz. İsmail'in zemzemi gibidir.
Sevginin vuslatın aşklan anarak zârımdan
Göz yaşım kan idi âmâydı gözüm Yâkub-veş
-Sevginin kavuşmasınıaşkla anarak ağlamamdan göz yaşım kan gözlerim de Hz. Yakub gibi kördü.
Zülfünün tek telinin dûn kulu olmak ki beni
Âşıkân nezdine sultân eder ol Yûsuf-veş
-(Sevgilinin) saçının tek telinin aşağılık bir kölesi olmak beni aşıklar katında Hz. Yusuf gibi sultan eder.
Sabrı çün hasretinin döktüğüm eşk-i aynım
Gönlümün pür taze zahmın onar ol Eyyûb-veş
-Hasretinin sabrı için döktüğüm göz yaşım gönlümün taptaze yaralarını Hz. Eyüb gibi iyileştirir.
Genc-i pinhân gibi la'lin açarak etmesi fâş
Pek garîb bahri dû-pâre eden Mûsâ-veş
-(Sevgilinin) gizli bir hazine gibi olan dudaklarını açıp göstermesi denizi iki parça eden Hz. Musa gibi pek
garibdir.
Olsa hânende o şîrîn sesinin nâmeleri
Kurtla eyler kuzuyu bir yere cem' Dâvûd-veş
-(Sevgili) şarkı söylese o tatlı sesinin nameleri kurtla kuzuyu Hz. Davud gibi bir araya getirir.
Tîr-i müjgânını kırpıp da eder gönlü harâb
Sanki emrin buyurur bâdlara Süleyman-veş
-(Sevgili) ok kirpiklerini kırpıp da gönlümü harab eder. Sanki rüzgarlara Hz. Süleyman gibi emir verir.
Bal dehânından akan lafza eder gönlüm hây
Yek lafızlan ölüye can veren ol Îsâ-veş
-(Sevgilinin) bal gibi ağzından akan bir söz gönlümü bir sözle ölüye can veren Hz. İsa gibi diriltir.
Bir tebessümle çıkartır beni yâr asmâna
Da'vetullâh ile mîrâca çıkan Ahmed-veş
-Yar beni bir gülümsemesiyle Allah(c.c)'nin daveti ile miraca çıkan Hz. Muhammed gibi göklere çıkartır.
5 Kasım 2015 Perşembe
Zaman Eskimeseydi
Zaman eskimeseydi, zaman bozulmasaydı
Üstümden geçen her gün bir kaç çocuk olsaydı
Bir masum yüze hasret, bir masum kalbe sevgi
Talih bu ya bulmuştum. Başa geleni gör ki;
Küçük kız çocuğunu çekip de aldı benden
O ruhsuz kadın beni topuğuyla çiğnerken
Yetişmesi gereken, güya bir işi varmış
Ve bir çocuk için de işe geç kalamazmış
Usandım insanların her gün koşturmasından
Her gün koşup da hiç bir yere varmamasından
İşte ruhsuz bu semtin, bu sokağın insanı
Akşam sokağa çıkar şehrin sefil külhanı
Meyhanelerden beri hep düşe kalka yürür
Ağzından eksik olmaz, hem tükürük hem küfür
Geliyor ağzı bozuk, yine başı dumanlı.
Elleri titrek titrek fakat gözleri kanlı.
Meyhaneden buraya sanki beni aradı.
Tüm kaldırımı tek tek gözleriyle taradı
Geldi durdu başımda bir çift kösele çarık.
Eyvah eyvah üstüme kusarsa yine yandık.
Yıkıldı yere düştü o sarhoş külhanbeyi
Kalk üstümden kalk artık be namussuz serseri
Birkaç çocuk terliği, bir kadının topuğu
Bir kösele ayakkab ve bir sarhoş kusmuğu
Her gün geçer üstümden dünyanın her havası
Bir damla kusmuk bazen bir çocuk elifbası
Fakat en acı veren iki aşık el ele
Gelir ayrılık vakti gece makus köşede
Yarınından ümitsiz bir sevdanın masalı
Sona erer bir hayal, geldi geçti hasılı
Son anı ayrılığın ve bir veda busesi
Duyulan birkaç adım birkaç hıçkırık sesi
Başlar yağmaya yağmur arda kalan gözlerden
Bu yağmur gökten değil heyhat yağar ki yerden
Yığılır o genç aşık kaldırım taşlarına
Dinler ne gelmiş soğuk taşların başlarına
Bir taşın sessizliği ve bir ayrılık yesi
Der; alır mı bu soğuk taşlar bu acı hissi
13 Mayıs 2015 Çarşamba
Bu Nasıl Bayram?
Ramazan ayının son gecesiydi. Herkesin aklında ertesi günkü bayramdan başka birşey yoktu. Hem neden olsundu ki zaten yahut kim böyle bir şeyin olacağını o an aklına getirirdi.
Babam o geceyi bir daha anlattı geçende. Gecenin bir yarısı kapıları çalınmıstı. Gelen ölüm haberinin ta kendisiydi. Hayret verici olan birşey vardı, her evin ışığı yanıyordu. Bütün mahalle sebebsizce o saate kadar uyanık kalmıştı. Sanki her ocak o gece Azrail'in o muhitin sokaklarında gezdiğini hissetmişti.
Üç tane tak sesi duyduğunu söyledi babam kapıdan çıkarken. Ses uzaktan geliyordu ama ne olduğu belliydi. Keserin, tahtaya kaba taslak çivi çakarken çıkardığı sesti o. Ama o ses gecenin karanlığında öyle bir yol almıştı ki duyan ve idrak eden kalplere kurşun gibi saplanmıştı.
Gittiler; hep beraber, eş, dost, akraba toplandılar Mehmet Amca nın başında. Kalp krizi geçirmiş gece... Geçirirdi ya başında öyle insanlar varken. Hele kardeşi vardı bir tane kim bilir kaç defa iflas etmiş. Onun borçlarını kapatmak için uğraşıp dururdu. Belkide onlara dayanamadı kalbi. Ve yahut belkide başka ne dertleri vardı. Belki de yoktu, belki de vardı. Ama ne çare... Diyemezsin bu saatten sonra Mehmet abi, kardeş, oğul ne derdin var diye. Soramazsın daha... Git bak bakalım yavaş yavaş soğuyan cesede, sor sorunu bakalım verecek mi cevap? Vermez ya dimi. Vermez... Verir belki de. Der ki; var. "Bakın var ki öldüm" der. "Bakın! Açın gözlerinizi de bakın, dört çocuğum sabi yaştayken;ben bu ruhsuz bedenle, nefes almadan bu tahta sandukanın üzerinde uzanıyorum" der. "Dinleyin!" der "Genç yaştaki karımın feryatlarını, kendini paralıyor" der. Belki demez ama anlatır öyle boylu boyunca uzanırken. Anlatır o, hanımı Fatma Teyze'nin "Mehmeet bu nasıl bayramdır Mehmeeet" diye bağırışını.
8 Mayıs 2015 Cuma
BİR BÜYÜ'CÜ MASALI
23 Mart 2015 Pazartesi
Cemre
Bu soruya cevap vermeden önce bir kavramı açıklamak istemekteyim. Anâsır-ı erba' yani dört unsur.
Anâsır-ı erbâ' filozofların her devirde ilgilerini çekmiş ve bir çok medeniyette kendisine bulmuştur. Öyle ki Farâbîden Gazâlîye,İbni Sînâdan Kındîye bir çok İslam Felsefecisinin ele aldığı hatta eserlerinde önemli yerler verip uzunca anlattıkları bu konu İslâmî felsefeye de Antik Yunan filozoflarından geçmiştir.
Allah(c.c) nin kâinâtı ateş,su,toprak ve havadan miktar miktar karıştırıp birleştirerek oluşturduğu anlatılmıştır. Hatta İlm-i Letâif'te insan vücudunu oluşturan on latîfeden dördü yine bu dört maddedir.
Bu düşüncenin Aristo tarafından yapılan ve İslam düşünürlerince de benimsenen sistemleştirilmiş şekli şöyledir ki;kâinat Ay altı ve Ay üstü âlem olmak üzere iki kısımdır. Ay üstü âlem ebediyyet diyarıdır. Orada oluş ve bozuluş yoktur. Ay üstü âlemin tamamı "esîr" denilen görünmez ,ince ,nârin,esnek,akıcı ve latif bir maddeyle kaplıdır.
Ay altı âlemde ise durum farklıdır. Tek değil ateş,su,toprak ve hava olmak üzere dört madde vardır. Bunlar kendilerinin zıttı keyfiyetlere maruz kalaral oluş ve bozuluşa uğrarlar ve cisimleri meydana getirirler. Öyle ki bu dördü mutlak ağır olan toprak en altta,göreceli ağırlıklara sahip hava ve su ortada seyr halinde ve mutlak hafif olan ateş en üstte olmak üzere her cismin varlığında farklı şekillerde bulunurlar.
Keyfiyet ise oluş ve bozuluşu tetikleyen her bir unsura has etken haldir. Bu keyfiyetlerden ateşe hâkim keyfiyet sıcaklıktır. Suya hâkim olan nemlilik, havaya hâkim olan kuruluk ve toprağa hâkim olan da soğukluktur Keyfiyetlerin cisimlere nufûzu hal değişimine sebebiyet verir ancak unsur yok olmaz değişime uğrasa da Allah(c.c) nin takdîr ettiği vakte kadar bâkidir.
İşte anâsır-ı erbâyı kısa bir şekilde anlattıktan sonra asıl konumuza dönelim. Cemre denen olayda günümüzdeki algı şudur. Cemre yani ateş sırasıyla havaya,suya ve toprağa düşerer onları kendi keyfiyeti olan sıcaklığıyla ısıtarak oluş ve bozuluşa uğratır. Ateş önce havaya düşer ve bünyesinde hava bulunan cisimlere can gelir. İkincil olarak suya düşer ve onu ısıtarak suyla ilgili herşeye can verir ağaçların dallarına o vakit su gitmeye başladığı söylenir. Ve en sonunda da toprağa düşüp de onu da ısıtarak toprağın bağlı olduğu şeyleri canlandırır yâni tüm dünyayı. Yani cemre her düştüğünde mevcut keyfiyetler ısıyla hal değiştirir ve doğanın canlanması meydana gelir.
Bu durum ki insanlarda Allah(c.c)'nin yeryüzünü yaratmasındaki esrârın tekrar üzerine tekrar eden sırrı olarak görülmüş ve bu şekilde İslâmiyetten sonra da bu paganist inanç kendini kabul ettirmiş ve yaşayışını sürdürmeyi başarmıştır.
28 Ocak 2015 Çarşamba
Gulyabanî
Gul-i Biyâbânî
Yani nâm-ı değer gulyabani... Hepimiz bu yaratığı Ertem EĞİLMEZ'in "Süt Kardeşler" filminden hatırlamaktayız. Şüphesiz çocukluğumuzun en korkutucu yaratıklarından biriydi. Hele filmde adeta insanin kanını donduran fon müziği eşliği eşliğinde ağaçlar arasında salınarak yürümesi ve o mükemmel sinema oyuncularının korku dolu bakışları kusursuz dokudukları rolleriyle bizi başka bir aleme götüren bir sahneyle karşılaşmıştık.
Şimdiyse gulyabaniyi daha farklı yönlerden ele alalım;
Etimoloji: Bir kaynakta şöyle geçmekte "Gulî ye bân". 'gul' ilgi anlamına geliyor. 'Ban' da ses. Yani sesle ilgili , sese ilgi gösteren yahut adını anınca ananın yanina gelebileceği belirtilen hatta bu şekilde isimlendirilen bir yaratık.
Diğer bir kaynakta ise "gûl -i biyâbân" anlamı da aniden ortaya çıkan,saldıran,parçalayan, bir yaratık. 'Gul' tek başına gulyabani terkibini karşılamaktadır. Ama ardına ıssız kimsesiz yer, çöl,sahra anlamındaki 'biyâbân' kelimesi getirilerek bir nevi anlatıma güc katılmak istenmiştir.
Bu tahlilden de bu yaratığın ıssız yerlerde gezdiği anlamı çıkartilabilir.
Hikayesel tasvir:
Anadolda önceleri ahu baba denilen zaatla beraber anılmaya başlanmış. Daha sonra da birleştirilerek bir tutulmuşlardır. Şeklen şöyle anlatılır;minare boyunda,upuzun yerlere kadar bir sakalı olan,elinde asası olan dev bir yaşlı adam görünümündedir.
Adı bazı hurafelerde de geçer. Bu yaratığın korkunç bir varlık olduğunu söylerler. Karanlıkta çöl veya mezarlıklarda gezer. Vücudu tüylerle kaplıdır. Cinniler gibi ayakları terstir. Ve çok pis kokar.
Bazen de akşam üstleri dağ yamaçlarında veya çöllerde ortaya çıktığı söylenir. Vücudu hikayeye paralel olarak akşamüstünün rengi sarı ve kırmızı tüylerle kaplıdır. Avcılara yanaşıp onlarla güreş tutmaya çalışırmış. Eğer avcı yenerse çekip gidermiş ama gulyabani yenerse avcı çok kötü hastalanırmış.
Bir de gulyabaninin zararsız yönleri varmış. Bu yaratık at binmeyi ve atların yelelerini örmeyi severmiş. En güzeli de çocukları çok severmiş. Hatta bazen oyun oynayan çocukların arasına birden çıkıp onları güldürmeye çalışırmış.
Mitolojik yeri; bu yaratık arap mitolojisinde çöllerin ve ıssız yerlerin iyesidir(ruhu). Yolcuları yolundan çevirip mahveder. Türk mitolojisinde 'Albastı'yla bir tutulur. Sibirya'ya gidildikçe yeti yahut kocaayak olur. Latin ülkelerinde ise Chupacabra. Amma hepsinde mantıken bir bütünlüğe rastlanır. İnsanımsı bir silüet,vahşilik ve kıllarla kaplı dev bir vücut.
Son olarak da bana daha yakın bi kavram olan yaban adamı üzerinde durmak istiyorum. Öyle ki Anadolu'nun her köşesinde her evde cin-peri hikayeleri anlatılır. Karadenizde ise bu hikayeler ormanlık ve kuytu yerlerin çokluğundan olsa gerek daha bol bulunur zira malzeme fazladır. Çoğunu birinci ağızdan dinlediğim onlarca cin-peri hikayesi vardır. Ama bunlar içinde birisi gulyabaniye benzer ama cinnilerden bir varlıkla yaşanmıştır.
Biz Karadenizliler cinlerin geceleri ormanlarda horon teptiğini düşünen yahut onlarla horon teptiğini söyleyen insanlarla dahi muhatab olduğumuz için bu masallar bizde ne gerçek ne yalan ikisi arasında takılıp kalmıştır.
Bahsettiğim hikaye bizzat babannemin başından geçmiş. Şöyle ki; köy yerinde sabah erkenden kalkılır ve tarlaya çalışmaya öyle gidilir. Ancak saat olmadığı için Ay'a bakarak hareket edilip öyle evden çıkılır. Babannemle babası bir sabah saati yanlış hesaplayıp birkaç saat evvelden yani geceyarısından az sonra yola çıkmışlar. Yol kenarında tüylerle kaplı bir adam görüyorlar. Babannenin tabiriyle 'YABAN ADAMI'. Yanından geçip gidiyorlar. Bir yarım saat yürüdükten sonra aynı adamın yanından bir daha geçerler. -ki bence bu korkunç bi durum- Yaklaşık bir o kadar daha yürüdükten sonra yine aynı adamın yanından geçerler. Ama sorun şudur dönüp dolaşıp adamın yanına gelmiyorlar. Adam miskin halde ve şeklen hiç bozulmadan üç defa üst üste aynı şekilde bunların karşısına çıkıyor. Üçüncü sefer adamı görünce babannemin babası bu varlığın ne olduğunu anlar. Bu bir cindir. Ayaklarına bakar ve ayaklarının da ters olduğunu görür ve muavizeteyn okuyarak yoluna devam eder. Daha sonra gün aydınlanmaya başlar ve bir daha o varlığı görmezler.
Bunu anlatmamın sebebi şuydu. Görünen adam tüylerle kaplı,ayakları ters,ıssız yerlerde dolaşıyo,gece var ve gündüz yok. Yani yüzde doksan oranında gulyabaniyle aynı. Hatta o zamanlar gulyabaniyi duymuş olamayacak bir kadın yani babannem ona yaban adamı diyor. İsimler bile aynı. Ama bir fark var hikayede o bir cinni yani tamamen farklı bir yaratık değil. Şimdi şunu söylemek istiyorum." Acaba insanlar neden bir varlığa kırk elbise giydirir yahut ben mi kırk varlığı bir elbiseye sokuyorum.
SON