30 Kasım 2015 Pazartesi

Zümrüd-ü Anka Efsânesi


Zümrüd-ü Ankâ Kıssası

Dâsitân-ı memleket-i müstetir
Pür masallar onda vardır kim bilir
(Gizli memleketlerin destanı. Kim bilir onda dolu masallar vardır)

Rabbenâ lutfeyle ver söz incini
Anlatam ben iş bu faslın gencini
(Rabbim sen bana inci gibi sözlerini lutufeyle de ben de bu hazine gibi hikayeyi anlatayım)

Mâdem ol Hâkk usla kutsar bizleri
Tahkiyet eylem veli şol sözleri
(Madem ki Allah bizi akılla kutsadı. Ancak o zaman ben de şu sözleri edeyim

Zümrüd-ü Ankâ masalı der özüm
Kıssalar kıssasını söyler sözüm
(Zümrüd ü Anka masalı söylerim. sözüm kıssaların kıssasıdır.)

Vardı pinhân bir diyârın hâkimi
Zâtı için der ki Bâlâhân kimi
(Gizli bir diyârın hâkimi vardı. Zâtı için kimileri Bâlâhan derdi)

Pâdişah evlâda vâsıl oldu kız
Yüznü tek bir kez gören kalb etti cız
(Pâdişah 'Bâlâhân' bir kız evlada kavuştu. Onu görenlerin gönlü cız etti)

İsteyip kim boynu eğrik kalmasın
Çok duâ der Hâkka bahtsız olmasın
(Boynu bükük kalmasın,bahtsız olmasın diye Allah'a çok dua ederdi)

Aynı yatmışken duaylan uykudan
Fırlayıp kim kalktı hemmen korkudan
(Yine dua edip yatmışken. Korkuyla fırlayıp uyandı.)

Gördü bir düş âdetâ kâbus idi
Ellerin kaldırdı Allahım dedi
(Âdetâ bir kâbus görmüştü. Ellerini kaldırıp duâ etti.)

Hakk Teâlâ ger rüyam gerçek ola
Kî acım âlâm-ı evlattan ola
(Hak Teala eğer rüyam gerçek olursa acım evlat acısından olur, dedi.)

Koştu hemmen ol sabah âlimlere
Anlatıp ister devâ şer düşlere
(O sabah hemen alimlere koşup kâbusuna anlatıp çare istedi)

Hem kerîmem yaşça olcak on sekiz
Hem de perv-ü bâle pür dîvâne kız
(Kızım hem 18 yaşında olacak. Hem de kol kanata çok düşkün olacak)

İşte ol dem sırtlanıp oddan kanat
Arz ve bizden ayrık eyler irtibat
(İşte o zaman ateşten kanatlar takıp dünyadan ve bizde irtibatı kesecek)

Birde Zümrüd eyle esmâsın dedi
Hâkk bu âciz kuluna zulm eyledi
(Birde adını Zümrüd koyun dedi. Hak bu aciz kula zulüm etti)

Mollalar hep bir ağızdan söyledi
Dinle bunlar ihtiyâr sözler dedi
(Mollalar hep bir ağızdan söyledi. Dinle bunlar seçilmiş sözler dedi)


Belki lânet olmayıp hem kayradır
Mutlakâ ol gördüğün düş hayradır
(Belki kötülük değildir de bir hediyedir.Mutlaka o gördüğün rüya hayırdır.)


Pâdişâhın gönlü eyler hem rahâd
Hem de aklından gider sayr u fesâd
(Padişahın hem gönlü rahat etti hem de aklından hastalık ve ayrılık gitti)

Der ki Hâkk emretti ben kul neyleyim
Kızçemin esmâsı Zümrüd eyleyim
(Dedi ki Hakk emretti ben kulu olarak neyleyim kızımın adını Zümrüd edeyim)

Oldu fâlih söyleyip bunlarca söz
Kalbinin kavlinde kalmayınca köz
(Böyle sözler söyleyip kalbini yakan ateşten kurtuldu)

Zanneder âtînümâ düş görmedim
Tanrıdan şol bir lütufmuş bilmedim
(Zannetti ki geleceği gösteren bir düş görmedim. Allah bana hediye vermiş bilemedim)

Boş verip görmüş iken sâdık bi düş
Bir yola kim girdi yok ondan dönüş
(Sadık bir rüya gördüğü halde boş verip bir yola girdi ki o yoldan dönüş yoktur.)

Her nasıl görmüş ise ol düşüni
Öyle tâlim etti düşni düşüni
(Rüyayı nasıl görmüş ise ona göre yetiştirdi kızını)

Kızçe genç kız oldu yıllar geçtide
Murg u per vû bâle hayran geçtide
(Yıllar geçti de küçük kız genç kız oldu. Bu yıllar kuşlara kola kanada hayran geçti.)

Dinleyip her dem Simurg massalları
Oldu hem o şâh-ı murgun  zarı
(Her vakit Anka'nın masallarını dinleyip en sonunda onun ağlayıcısı 'âşığı' oldu)

Gönlü kalmışken o kuşlar şâhına
Gece gün boğuldu gencin âhına
(O kuşların şahına âşık olmuşken gece ve gündüz onun ahına boğuldu)

Eyleyip ol hâle Bâlâhan keder
Çâresiz fermânı sadrâzâma der
(O hale Bâlâhân keder eyledi ve çaresizce sadrazama ferman emretti.)

Kim haber gönder Simurg Ankâ'ya tez
Etmesin ol şâh-ı murg şahına söz
(Dedi ki hemen Anka'ya haber gönderin. Kuşların şahı şahına söz etmesin.)

Bâl vurup derhal bu il içre gele
Dağ ve taş yer gök ve âb gelsin dile
(Kanat vurup hemen bu ile gelsin. Dağ taş yer gök ve su gelsin dile.)

Haşmetinden olsun ülkem şâdumân
Perri açsın âcilen gelsin hemân
(Büyüklüğünden ülkem sevinsin kanatlarını açsın acilen gelsin)

Mühr vurup vermiş kebûter ellere
Geçmesin kim nâme ağyâr ellere
(Mühür vurup mektubu güvercinlerin eline vermiş ki yabancıların eline geçmesin.)

Ol kebûter vardı Ankâ huzruna
Nâmelerin sundu Ankâ nazrına
(O güvercin Anka'nın huzuruna varıp mektubu Anka'ya verdi)


Hem okur Ankâ bu mektûbâtı der
Bir ziyâretten de gitmez asla ser
(Anka mektubu okuyup bir ziyaretten de başımız gitmez ya der)


Kim seyâhât arzusundandır ola
Tez vakit kalkıp da çıkmıştır yola
(Her halde seyahat arzusundandır tez vakit kalkıp yola girmiş)

Vardı dâvet eyledikleri yere
Gördü Bâlâhân çağırmış boş yere
(Davet edildikleri yola vardı. Gördü ki Bâlâhan boş yere çağırmış)

Der ki bir genç kız için kalkıp gelem
Hal bu şânım için olmuştur elem
(Dedi ki; bir genç kız için kalkıp gelmek şanım için acı verici olmuştur.)

Öfkelenmiş hem saray yakmış be-taht
Ah edip der ey pâdişah ol bi-baht
(Öfkelenmiş hem sarayı hem tahtı yakmış ve ey padişah bahtsız olasın diye beddua etmiş.)

Terk eder ol yurdu derhal öfkeli
Anladım der düşmanım bundan beli
('Anka' o yurdu öfkeyle derhal terk eder ve anladım 'Bâlâhan' bundan böyle düşmanım der.)

Bu durum Bâlâhân'ın kalbin sıkar
Öfke eyler harp için yurttan çıkar
(Bu durum Bâlâhan'ın kalbini sıkar ve savaşmak için yurttan çıkar)

Pâdişah kim toplayıp hemmen erât
Âşiyân-ı ankâ için sürdü at
(Padişah 'Bâlâhan' hemen askerler toplayıp Anka'nın yuvası için at sürdü.)


Pâdişâhın ordusundan bir doğan
Uçmuş Ankâ'ya haber vermiş heman

Der ki Kûh-i Kâf'a Bâlâhân gelir
Şer ilen Ankâ kıranlıklar diler
(Der ki Kaf Dağı'na Bâlâhan gelir. Kötülük ve Anka'yı öldürmek ister.)

Ordu kurmuş pek devâsâ periler
Saymadım çok belki on binlerdiler

Ol vakit ankâ çagırmış pür hudût
Hayvanât derya olmuş murglar bulut
(O zaman Anka her yere haber salmış. Hayvanlar deniz gibi yığılmış kuşlar bulut gibi toplanmış.)

Oldu hâzır şahların her ordusu
Kûh-i kâfın pes ü pîşin durdu sû
(Hazır oldu iki şahın ordusu. Kaf Dağı'nın önünde ve arkasında durdu askerler)

Böyle bir cenk görmemiş hiçbir beşer
Gerçi görmeklense ger aklen şaşar
(Hiç bir insan böyle bir savaş görmemiştir. Eğer görseydi aklını şaşırırdı.)

Hem Simurg yenmiş Bâlâhân ceyşini
Hem esir almış  da şâhın kendini
(Simurg hem Bâlâhanın ordusunu yenmiş hem de onu esir almış.)

Anka sultâna vururken pençesi
Çıktı meydâna yiğitler gencesi
(Anka, Sultan'a 'Bâlâhân' tam pençesini vururken. Meydana genç bir yiğit çıktı.)

Der ki ey Ankâ bırak sultânı da
Bak ki kimdir şahsına eyler nida
(Dedi ki; Ey Anka, Sultanı bırak da sana seslenen kimdir bir bak.)

Gel berâber yek a yek cenk eylesek
Olsa kim gâlip dilekler söylesek
(Gel seninle tek e tek savaşalım. Kim galip gelirse bir dilek dilesin.)

Der kabul ettim eder Ankâ savaş
Genç eder Ankâ'yı hepten hurdahaş
(Anka kabul eder ve savaşırlar. Genç, Anka'yı darma dağın eder.)

Der ki Ankâ çek erin askerlerin
İşte arzum böyledir buncak derim
(Sonra da der ki Anka askerlerini çek benim dileğim işte bu kadardır.)

Anka eyler arzusun cengâverin
Der ki göster kendini açıp yüzin
(Anka cengaverin arzusunu yerine getirir ve ona yüzünü aç da kimsin görelim der.)


Açtı çehrin attı arza miğferin
Pâdişâh kim der ya kızçem âferin
('Genç' yüzünü açar ve miğferini yere atar. Padişah o anda der ki; Ey küçük kızım aferin.)

Görki cengâver o Zümrüd Hân imiş
Orda dönmüş ey Simurg dinle demiş

Ben senin âşık değildim tahtına
Gökte hep seyreyleyen kanâdına
(Ben senin ne tahtına nede göklerde dolaşan kanatlarına aşık değildim.)

İstedim ben sen yiğitler merdini
Şimdi gördüm sende babam derdini
(Ben senin gibi yiğitlerin en merdini sevdim ama şimdi babamı senin elinden acı çekerken gördüm.)

Bir giden kuş gördü Ankâ yurduna
Anlayıp gönderdi harp meydânına
('Lalam' Anka yurduna giden bir kuş gördü ve o muhbiri anlayıp beni harp meydanına götürdü.)

Verdi efsûnî kılıçlar kim lalam
Söyleyip  git olmasın şâhım alam
(Büyülü kılıçlar verdi lalam ve dedi ki git şahım acı çekmesin.)

Bir de gördüm kuşların şâhenşahı
Hem de almış pençesin altı şahı
(Bir de ne göreyim kuşların yüce şahı. Şahı 'Bâlâhân' pençesinin altına almış.)

İşte aklım gitti baştan ol zamân
Durdu dünyâ etti kalbim pür demân
(İşte o zaman aklım başımdan gitti. Dünya durdu kalbim haykırmaya başladı.)

Düştü hem kayboldu artık değerin
Bet tavustan pâyın ol zâgdan sesin
( Değerin artık düşüp kayboldu. Benim için ayağın tavustan sesin kargadan çirkin oldu.)

Anka söyler sence mert kız görmedim
Kızçe sultan sen gibiymiş bilmedim
(Anka dedi ki senin gibi mert kız görmedim. O saraydaki küçük kız sultan senmişsin bilmedim.)

İsterim ben şimdi sen cengâveri
Aksi bir hal eylemem bundan beri
(Şimdide ben senin gibi bir mert kızı isterim. Bundan sonra da bunun aksi bir hal eylemem.)

Gördü Zümrüd Han çevirmiş ona yüz
Nâr-ı ankâ söndü yanmış yılca yüz
(Gördü ki Zümrüd Sultan ondan yüz çevirmiş. O zaman Anka'nım 100 yıldır yanan ateşi sönmüş.)

İşte Ankâ orda durmuş ölmeye
Der ki Zümrüd Hân Simurg kim ölmeye
(İşte Anka orada ölmeye durmuş. O zaman Zümrüd Sultan demiş ki; Anka ölmesin.)


Çün gönüldür bir defâ konmuş ona
Kumru emsâl uğramaz hiçbir yana
(Çünkü bu gönül ona konmuştur ve kumru gibi başka bir yana meyletmez.)

Gönlü cız eyler Simurg'un âhına
Tez kılıncın saplar Anka kalbine
(Gönlü Anka'nın ahına dayanamaz ve kılıcını Anka'nın kalbine saplar.)

Şok olur herkes eder halden telâş
Canlanır Ankâ bulur tekrâr ateş
(Herkes bu duruma şaşırı ve telaş ederler. Fakat Anka canlanır ve tekrar ateşi yükselir.)

Anka söyler âli âlimmiş lalan
Verdi dû-seyf can veren hem can alan
(Anka der ki lalan büyük alimmiş. Sana hem can alan hem de can alan iki tane kılıç vermiş.)

Sözle aldın seyf ilen verdin canım
Ben senin sen kim benim ol sultanım
(Sözle aldığın canımı kılıçla verdin. Ben senin sende benim ol sultanım.)

Kızçe Zümrüd gönlü Ankâ'ylan olup
Aklının kavline Bâlâhan gelip
(Zümrüd Sultanın kalbi Anka ileydi ancak. Aklına Bâlâhan geldi.)

Olmaya sultan Simurg'a meyl eder
Korktu kim evlatlığından zeyl eder
(Sultan 'Bâlâhan' olmasaydı Simurg'a meyl ederdi. Ama onu evlatlıktan kovmasından korktu.)

Karşı çıkmak istemiş sultan ola
At ilen meydâna gelmiş kim lala
(Zaten sultan 'Bâlâhan' karşı çıkmak istemiş. Tam bu sırada Zümrüd Sultanın lalası at ile meydana

Bâlahan der kızçen olmuş on sekiz
Öyle kim geçmez ona senden lafız
('Lala' der ki; Bâlâhan kızın 18 yaşında oldu. Artık senin ona sözün geçmez.)

Harp olan gün yaş günüymüş Zümrüdün
On sekiz olmuş o gün şans kim görün
(Meğer savaş olan gün Zümrüd Sultanın doğum günüymüş. O gün 18 yaşına girmiş şansı görün.)

Periler nezdinde bir kânun imiş
Kim aşılmazdır bu kânunlar demiş
(Bu periler katında bir kanun imiş.'lala' bu kanunlar aşılmaz demiş.)

Duydu Zümrüd Hân bu kânûnî sözü
Pür neşe yaştan durulmuştur gözü
(Zümrüd Sultan bu kanun sözleri duydu. Neşeyle gözünün yaşından kurtuldu.)

Ol vakit tez koştu kuşlar şâhına
Yerle gök gark oldu onlar âhına
(İşte o zaman o kuşların şahına koştu. Yerle gök onların ahına bulandı.)


Sardılar birbirlerincek kol kanât
Sanki dolmuştur alevlen kâinât
(Birbirlerine sarıldılar. O zaman sanki kainat ateşle doldu.)

Söndüğünde gördüler hayret ile
Bir değil bir çift Simurg olmuş ola
(Ateş söndüğünde hayretle gördüler ki bir değil iki tane Simurg olmuş.)

Girdi Zümrüd Han ki Ankâ donuna
Uçtular ol sonsuz ömrün sonuna

İki âşık oldu artık tek fasıl
Zümrüd-ü Ankâ fesanesi hasıl
(İki aşık artık tek hikaye oldu ve Zümrüd ü Anka efsanesi ortaya çıktı)

Pür alevden per vü bâlin açtılar
Kûh-i Kâfın ardına dek uçtular
(Ateşten kanatlarını açıp Kaf Dağı'nın ardına uçtular.)

Gör ki sen vallâhi hayret et işi
İşte gerçek oldu Bâlâhan düşi
(Gör ki vallahi bu işe hayret edilir. İşte Bâlâhan'ın rüyası gerçek oldu.)

Buncadır anlatmazım başka masal
İşte bitmiştir bu 'acâib mesel
(Bu kadardır artık başka masal anlatmam. İşte bu acayip mesel artık bitmiştir.)


7 Kasım 2015 Cumartesi

ENBİYÂ-VEŞ

Kovdu rakib beni tadınca leb-i yârden gülüş

Yasak elma yediği çün kovulan Âdem-veş

            -Yarin dudağından gülüş tadınca rakip beni kovdu. Yasak elma yediği için (Cennet'den) kovulan Hz. Adem gibi.


Kanlı eşkim akıtıp yeryüzü pürhûn oldu
Göz yaşım hiçe sayıp geçme tufandan Nuh-veş

            -Kanlı yaşımı akıtarak yer yüzü kanla doldu. Göz yaşlarımı hiçe sayıp Hz. Nuh gibi bu tufandan geçme.


Sana hâlim ise ma'lum medet etmem gayra
Çün serindir bana aşkın odu İbrâhim-veş

            -(Sevgili) halimi eğer biliyorsan başkasından medet ummam. Çünkü aşkın ateşi bana Hz. İbrahim(in atıldığı ateş) gibi serindir.


Vâhasından vere kim sevgili bir katre zehir
O su çölde banadır zemzem-i İsmâil-veş

            -Sevgili bana vahasından bir damla zehir verse o su bana çölde Hz. İsmail'in zemzemi gibidir.


Sevginin vuslatın aşklan anarak zârımdan
Göz yaşım kan idi âmâydı gözüm Yâkub-veş

            -Sevginin kavuşmasınıaşkla anarak ağlamamdan göz yaşım kan gözlerim de Hz. Yakub gibi kördü.


Zülfünün tek telinin dûn kulu olmak ki beni
Âşıkân nezdine sultân eder ol Yûsuf-veş

            -(Sevgilinin) saçının tek telinin aşağılık bir kölesi olmak beni aşıklar katında Hz. Yusuf gibi sultan eder.


Sabrı çün hasretinin döktüğüm eşk-i aynım
Gönlümün pür taze zahmın onar ol Eyyûb-veş

            -Hasretinin sabrı için döktüğüm göz yaşım gönlümün taptaze yaralarını Hz. Eyüb gibi iyileştirir.


Genc-i pinhân gibi la'lin açarak etmesi fâş
Pek garîb bahri dû-pâre eden Mûsâ-veş

            -(Sevgilinin) gizli bir hazine gibi olan dudaklarını açıp göstermesi denizi iki parça eden Hz. Musa gibi pek 

garibdir.


Olsa hânende o şîrîn sesinin nâmeleri
Kurtla eyler kuzuyu bir yere cem' Dâvûd-veş

            -(Sevgili) şarkı söylese o tatlı sesinin nameleri kurtla kuzuyu Hz. Davud gibi bir araya getirir.


Tîr-i müjgânını kırpıp da eder gönlü harâb
Sanki emrin buyurur bâdlara Süleyman-veş

            -(Sevgili) ok kirpiklerini kırpıp da gönlümü  harab eder. Sanki rüzgarlara Hz. Süleyman gibi emir verir.


Bal dehânından akan lafza eder gönlüm hây
Yek lafızlan ölüye can veren ol Îsâ-veş

            -(Sevgilinin) bal gibi ağzından akan bir söz gönlümü bir sözle ölüye can veren Hz. İsa gibi diriltir.


Bir tebessümle çıkartır beni yâr asmâna
Da'vetullâh ile mîrâca çıkan Ahmed-veş

            -Yar beni bir gülümsemesiyle Allah(c.c)'nin daveti ile miraca çıkan Hz. Muhammed gibi göklere çıkartır.


5 Kasım 2015 Perşembe

Zaman Eskimeseydi

Zaman eskimeseydi, zaman bozulmasaydı
Üstümden geçen her gün bir kaç çocuk olsaydı
Bir masum yüze hasret, bir masum kalbe sevgi
Talih bu ya bulmuştum. Başa geleni gör ki;
Küçük kız çocuğunu çekip de aldı benden
O ruhsuz kadın beni topuğuyla çiğnerken
Yetişmesi gereken, güya bir  işi varmış
Ve bir çocuk için de işe geç kalamazmış
Usandım insanların her gün koşturmasından
Her gün koşup da hiç bir yere varmamasından
İşte ruhsuz bu semtin, bu sokağın insanı
Akşam sokağa çıkar şehrin sefil külhanı
Meyhanelerden beri hep düşe kalka yürür
Ağzından eksik olmaz, hem tükürük hem küfür
Geliyor ağzı bozuk,  yine başı dumanlı.
Elleri titrek titrek fakat gözleri kanlı.
Meyhaneden buraya sanki beni aradı.
Tüm kaldırımı tek tek gözleriyle taradı
Geldi durdu başımda bir çift kösele çarık.
Eyvah eyvah üstüme kusarsa yine yandık.
Yıkıldı yere düştü o sarhoş külhanbeyi
Kalk üstümden kalk artık be namussuz serseri
Birkaç çocuk terliği, bir kadının topuğu
Bir kösele ayakkab ve bir sarhoş kusmuğu
Her gün geçer üstümden dünyanın her havası
Bir damla kusmuk bazen bir çocuk elifbası
Fakat en acı veren iki aşık el ele
Gelir ayrılık vakti gece makus köşede
Yarınından ümitsiz bir sevdanın masalı
Sona erer bir hayal, geldi geçti hasılı
Son anı ayrılığın ve bir veda busesi
Duyulan birkaç adım birkaç hıçkırık sesi
Başlar yağmaya yağmur arda kalan gözlerden
Bu yağmur gökten değil heyhat yağar ki yerden
Yığılır o genç aşık kaldırım taşlarına
Dinler ne gelmiş soğuk taşların başlarına
Bir taşın sessizliği ve bir ayrılık yesi
Der; alır mı bu soğuk taşlar bu acı hissi


13 Mayıs 2015 Çarşamba

Bu Nasıl Bayram?

   Ramazan ayının son gecesiydi. Herkesin aklında ertesi günkü bayramdan başka birşey yoktu. Hem neden olsundu ki zaten yahut kim böyle bir şeyin olacağını o an aklına getirirdi.
   Babam o geceyi bir daha anlattı geçende. Gecenin bir yarısı kapıları çalınmıstı. Gelen ölüm haberinin ta kendisiydi. Hayret verici olan birşey vardı, her evin ışığı yanıyordu. Bütün mahalle sebebsizce o saate kadar uyanık kalmıştı. Sanki her ocak o gece Azrail'in o muhitin sokaklarında gezdiğini hissetmişti.
   Üç tane tak sesi duyduğunu söyledi babam kapıdan çıkarken. Ses uzaktan geliyordu ama ne olduğu belliydi. Keserin, tahtaya kaba taslak çivi çakarken çıkardığı sesti o. Ama o ses gecenin karanlığında öyle bir yol almıştı ki duyan ve idrak eden kalplere kurşun gibi saplanmıştı.
   Gittiler; hep beraber, eş, dost, akraba toplandılar Mehmet Amca nın başında. Kalp krizi geçirmiş gece... Geçirirdi ya başında öyle insanlar varken. Hele kardeşi vardı bir tane kim bilir kaç defa iflas etmiş. Onun borçlarını kapatmak için uğraşıp dururdu. Belkide onlara dayanamadı kalbi. Ve yahut belkide başka ne dertleri vardı. Belki de yoktu, belki de vardı. Ama ne çare... Diyemezsin bu saatten sonra Mehmet abi, kardeş, oğul ne derdin var diye. Soramazsın daha... Git bak bakalım yavaş yavaş soğuyan cesede, sor sorunu bakalım verecek mi cevap? Vermez ya dimi. Vermez... Verir belki de. Der ki; var. "Bakın var ki öldüm" der. "Bakın! Açın gözlerinizi de bakın, dört çocuğum sabi yaştayken;ben bu ruhsuz bedenle, nefes almadan bu tahta sandukanın üzerinde uzanıyorum" der. "Dinleyin!" der "Genç yaştaki karımın feryatlarını, kendini paralıyor" der. Belki demez ama anlatır öyle boylu boyunca uzanırken. Anlatır o, hanımı Fatma Teyze'nin "Mehmeet bu nasıl bayramdır Mehmeeet" diye bağırışını.


8 Mayıs 2015 Cuma

BİR BÜYÜ'CÜ MASALI

             Düşlerin İzinde: Gio Ödülleri 2014 Seçilmiş Öyküler'de yayınlanmıştır.
  Zamanın ötesinde herkesin bilmediği bir diyarda ömrünü kara büyüye adamış, güç için genç yaşta saç ve sakalını ağartmış kudretli bir Efsunkar vardı. Sihrinin karşısında duracak kimse olmadığı halde hükmetme sevdasıyla yanıp tutuşur, bir beylik veya sultanlık ona yetmez tüm gizli diyarın hakimiyetini arzulardı. Bu yüzden ülkelerin başına sihrinin kölesi olanları yükseltir,onlarla işi bitiğinde de icabına bakardı. Yıllarca bu arzuyla büyülerini diyarın dört bir yanına saçmış ve en sonunda biri hariç tüm ülkelerin hükümdarlarını hakimiyeti altına almıştı.
***
   Bir gece kara konağında uyurken odasının penceresinden içeriye büyük bir gürültü ve aceleyle gözcülerinden katran kanatlı karga girdi. Yatağından fırlayan Efsunkar kargayı yakalayıp boğazını sıkarken onun hükmü altında olmayan o son ülkeyi gözetlemesi için gönderdiği karga olduğunu fark etti. Karganın Efsunkar tarafından boğulmadan önce ağzından çıkan son üç kelime zalim büyücüyü gecenin bir yarısında yola çıkartacak kadar değerli bir bilgiydi. ‘İsyan gaakk! Sultan öldü’
***
   Efsunkar günlerce yol aldı. Gece uyumadı,gündüz durmadı. Gizli diyarın bir ucundan kara büyüsünün ulaşamadığı o son ülkenin hakimiyetini ele geçirmek için diğer ucuna gidiyordu.Ülkeye varıp sarayın olduğu şehre geldi. İğrenç bir sırıtış eşliğinde sultanın dar ağacındaki cesedinin karşısına geçip eski sultanla yenisi karşı karşıya der gibi bir bakış attı fakat dar ağacındaki sultanın da yüzünde ona karşı anlam veremediği bir gülümseme vardı.
Şehrin meydanına gidip sarayı gören bir yere turdu ve yaymaya başladı kara büyüsünü ve tılsımlarını. Amacı burada da kendisi için bir kukla bulup gizli diyarda mutlak hakim olmaktı. Daha da güçlendirdi ve onlarca insanı etrafına toplayıp vesveseler saldı duru fikirlerin hem de akıl veriyormuş gibi göstererek kendini. Yavaş yavaş, her akılda padişahlık arzusunu başlattı. İnsanların kalbine güç sevdasını kattı.
İşte tam bu anda kırıldı tüm kilitler ve belirdi Cazu denen bir kadın büyücü meydanın tenha bir köşesinde...
***
   Bu ay yüzlü büyücü kadın ki eski sultanın sol koluydu,onun kirli işlerini yapardı. Tüm hayatı hile ve hurdaydı ancak o kadar güzeldi ki kimse ondan bir şey ummaz hatta ona çirkin deyip kem söz söyleyene insanlar kör der onu yanlarından def ederlerdi.Haklıydılar da çünkü yüzü cennet bahçeleri kadar güzel ve göz alıcıydı ancak kimsenin bilmediği kalbi cehennem çukurları kadar korkutucu ve karaydı. O da kara büyüde büyük bir bilgiye sahipti ve bunun için ağır bedeller ödemiş hatta ruhunu cinlerin şahı olan Sair’e satmıştı.
***
…Oradaki tılsımlardan Efsunkar’ı tanıdı ve anladı ne yapmaya çalıştığını. Zaten eski sultanı yıllarca Efsunkar’ın büyülerinden koruyan da oydu çünkü sultanın bir varisi yoktu ve onun aklına sihirle kendisini veliaht ilan etmesini yerleştirmişti. Tam istediği de olduğu sırada bir büyücü ortaya çıkmış ve yıllardır korumaya çalıştığı tahta göz dikmişti.
Gerçi bu zamanı bekliyordu da. Efsunkar’ın gözcülerinden de haberi vardı , elinden geleni yapmıştı ama başaramamıştı. Kendi kendine söylenmeye başladı. ‘Aptallar! Ne vardı isyan edip tahtı devirecek… Üzerinize çektiğiniz karanlığın ne olduğu hakkında bir fikriniz bile yok… Lanet kargayı yakalayabilseydim keşke , enazından kıyamet daha geç kopardı.’ dedi ve meydanın ortasına doğru yürürken Efsunkara varlığını göstermek için açtı yüzünü kuvvetli bir büyüyle.
Meydanda Cazu’dan başlayan ve soğuk kış gününü ısıtan ılık bir rüzgar esti.Herkes birden Cazu'ya döndü . Efsunkar bile sihrine kapılıp bakakaldı yüzüne ve dilinden kalbinin en derinliklerinden gelen şu sözler döküldü.
‘Şah-ı efsun vari ol bakışları
Sanki birden yaza çevrir kışları’
Efsunkar’ın ta yürekten söylediği bu söz sihir olup doğaya işledi ve kış yaza dönüştü. İşte o zaman herkes onun kralları zapt eden zalim büyücü olduğunu anladı .Yanından kaçıp dağıldı. Çevresindekiler kaçmaya başlayınca Efsunkar kendine geldi ve Cazu’yu fark edip ne yapmaya çalıştığını anladı. Kendisini açığa çıkarmasına o kadar sinirlenmişti ki öç almak için üzerine birkaç lanet savurmak istedi ve okumaya başladı güçlü efsunlarını.

   Okuduğu efsunlar havayı karartmıştı. Korkunç bir dalgalanma başladı elbiselerinde ve saçlarında. Adeta etrafında yıldırımlar dolanıyordu.Uzun tırnaklarından kara alevler saçıyordu . Kan donduran bir sesle Cazu’ya ‘hayatının hatasını yaptın bu meydan senin mezarın olacak ve ben de en son gördüğün kişi’ dedi.

   Konuşurken ağzından kara dumanlar dağılıyordu dışarıya.Cazu, Efsunkar'ın bu halini görünce çığlığı andıran bir sesle sihirli sözler söyledi.Ardından yer yarıldı ve alev saçan bu yarıktan yarasa kanatlı,yılan kuyruklu,üç hörgüçlü,kırk aslan güçlü bir kara deve cesedini çıktı. Bu arada Efsunkar avuçlarında biriken kara alevleri Cazu’nun üstüne savurmaya başlamıştı bile. Cazu bulduğu ilk fırsatta devesinin üzerine atladı.Meydanın üzerinde uçmaya Efsunkar’ın savurduğu alevlerden kaçmaya çalışıyordu. Cazu’nun kaçmasına sinirlenen Efsunkar bu sefer üzerine yıldırımlar savurmaya başladı.

   Cazu’nun elinde bir sihirli ayna belirdi . Bununla üzerine gelen yıldırımları Efsunkar’a doğru yansıttı.Efsunkar geri dönen yıldırımlardan kurtulmaya çalıştığı sırada Cazu sihirli aynayı yere attı öyle ki bu sihirli ayna yere düşene kadar büyüdü,meydanı kaplayan büyülü bir deniz halini aldı ve birden yuttu efsunkarı. Cazu tarafından denizin içinde bir o yana bir bu yana savrulurken Efsunkar can havliyle onu kurtaracak bir binek çağırdı. O anda gök yırtıldı siyah bir gölgeden kurtbaşlı,domuz dişli,keçi boynuzlu ve sakallı,en büyük yılanları bile yanında solucan gibi gösterecek kadar büyük kara bir ejderha çıktı ve Efsunkar’ı sudan çekip çıkardı. 

   Bunu gören Cazu yılan lisanında birkaç sihirli söz söyledi. O anda devesinin ağzından ve boş göz çukurlarından kara dumanlar çıkmaya başladı. Devesinin hörgüçlerine sakladığı sihirli üç yılan ağzından ve gözlerinden çıkıp suya atladılar. Suyun içinde hızla dönerek dev bir hortum oluşturdular Cazu boş bir deriden ibaret kalan devesinden inip bu göklere kadar uzanan sihirli hortumun içine atladı. Hortumun yüzeyinde onunla beraber dönerken Efsunkar’ın üzerine buzdan saçaklar fırlatıyordu. Efsunkar ejderiyle hortumun etrafında dönerek Cazu ya saldırıyor,ona ateşler savuruyor ancak sadece onun fırlattığı buzlardan kurtulabiliyordu. 

   Efsunkarın aklınabirden hortumu oluşturan yılanlar geldi onlar yok olursa hortum da yok olurdiye düşündü.Ejderhasıyla beraber hortumun derinliklerindeki yılanlara saldırdı tek seferde üç yılanı birden öldürdü ve Cazu’yu suya düşürdü. Savunmasızlığını fırsat bilerek on parmağından on ayrı yıldırım çıkarıp Cazu’ya savurdu.Cazu o an sadece bu yıldırım yağmurundan kurtulmaya çalıştı ancak ardı arkası kesilmeyen yıldırımlardan kaçamayacağını anlayınca son bir saldırı denemek için büyülü denizin derinliklerine dalıp onu kontrol etmeye başladı.birden suyun üzerinde onlarca hortum oluştu . Cazu’nun emrindeki göklere kadar yükselen bu hortumlar ejderhasıyla Efsunkar'ı bir kafes gibi sarmaya çalıştı. Efsunkar büyülü sözlerle rüzgara emretti ki hortumları yarıp ona bir yol açsın.

   Rüzgarın açtığı yoldan kaçan efsunkar bildiği en kara lanetlerle Cazu ya saldırdı. Denizin üstüne kara gölgeler yaydı. Gölgelerin değmediği yer kalmadı fakat Cazu’dan bir iz yoktu.Hala büyülü denizin derinliklerinde saklanıyordu.bu sefer Efsunkar kara bulutlar topladı meydanın üzerine ve kara yıldırımlar saçtı denizin her zerresine.Birden bire kırılan camın sesi duyuldu.Efsunkar zorla da olsa Cazu’nun en güçlü sihri olan aynadan kurtulmuştu ayna kırıldığı ,için yarattığı denizin suları da cam kırıkları arasından akıp gidiyordu. Efsunkar Cazu’nun hızlı bir hamle yapmasını beklerken gördüğü manzara karşısında şaşırdı öyle ki Cazu yerde sırılsıklam bir halde uzanmış can çekişiyordu.Meğer Cazu büyülü aynanın gücünü kullanabilmek için gücünü onunla birleştirmişti.Ayna kırılınca da neredeyse ölecek duruma gelmişti.
Efsunkar’ın Cazu'ya olan öfkesi karşısındaki manzaraya rağmen dinmemişti. Cazu’yu tamamen öldürmek için büyülü sözler okumaya başladı. Kesin ölmesi için avuçlarında o kadar yıldırım ve alev topladı ki ortaya çıkan güç neredeyse bir ormanı yok edebilecek kadardı.Tüm savaşı düşündükçe öfkesi kat be kat artıyordu . O kadarki ağzından bile kara alevler saçmaya başlamıştı.Birden hepsini Cazu’nu can çekişen bedeni üzerine savurdu . Kül olmadan önce Cazu’nun ağzından çıkan on söz başta kimsenin anlamadığı çığlıkla karışık cin lisanında bir söz oldu . 
Efsunkar,Cazu’yu öldürmek için tüm meydanı yakmıştı. Her yer cayır cayır yanıyordu. Tek bir sözüyle her yer söndürdü fakat Cazu’nun bedeni sönmek bilmiyordu. İşte o zaman anladı Cazu’nun çığlıklar arasında söylediği o son sözün bir imdat çağrısından başka bir şey olmadığını.
Tam o anda Cazu’nun cesedindeki ateş büyüdü ve devasa bir hal aldı. Birden ikiye yarıldı ve ortasından kara demirden bir kapı belirdi. Efsunkar içinden kimin çıkacağını ve sonunun ne olacağını anlamıştı ve bu son kaçınılmazdı. Kapının arkasından yeri sarsacak kadar kuvvetli ayak sesleri geliyordu. Kara demir kapı gıcırtıyla yavaşça aralandı. Aniden içinden lav gibi akarmışçasına ateşten yaratılmışlar çıkmaya başladı dışarı. İğrenç suratları ve patlak gözleri Efsunkar’ın üzerindeydi. 
Kötü büyücü tam bunlardan kurtulabileceğini düşünüp rahat bir soluk almak üzereyken arkalarından alevden gemler vurulmuş kara kısraklar tarafından çekilen bir araba belirdi. Tüm cinler Efsunkar’ın etrafını sarmış hale gelen arabaya karşı secdeye kapanmışlardı. Arabadan iki metreden uzun alevden derisi olan ,saçları kıvılcımlar saçan baktığı cismi yakan, cinlerin en eskisi ve ulusu şah-ı cin yani sair çıktı. Efsunkar’a dönüp dedi ki ‘Ey insan bu laneti istedin sen. Ben idim Cazu’ya sihri öğreten. Onu yakan sihir seni de yaksın. Yan ateşin göklere dek ulaşsın.’ Bunun üzerine tüm cinler Efsunkar’ın üzerine kara ateş üflemeye başladı ta ki ateşi göklere dek çıkana kadar. 
En kuvvetli öğrencisi olan Cazu’nun öldürülmesine o kadar sinirlenmişti ki Sair bu ateşle tüm şehri yok etmek istedi. Ordusunun tamamı üflemeye başladı alevlerini. Bu ateş tüm şehri yok edecek kadar büyüdüğü anda ateşin ortasında beyaz bir ışık belirdi. Işık gittikçe büyüyor ve aydınlattığı her yerin alevini söndürüp yemyeşil bir bahçeye çeviriyordu. Işığın merkezinde yeşil elbiseli ve saçı sakalı bembeyaz halde eski sultan belirdi…
***
   Meğer sultan çok öncelerden Efsunkarın kötü niyetlerini fark etmiş ve onu ülkesinden uzak tutmak için Cazu denen o büyücü kadını sarayına almış fakat onun bi faydası olmadığını anlayınca tanrıya ilahi bir yardım almak için kendisini bir odaya kapatıp yalvarmış. Kırkıncı gün sabahı tan yeri ağarmadan hemen önce baş ucunda ak saçlı Hızır belirmiş ve ona tanrının izniyle el vermiş ki o zalim büyücüden korusun ülkesini. Yıllarca ülkesini Cazu’nun zannettiği gibi onun büyüleri değil de Hızır’ın verdiği el sayesinde gelen ilhamla korumuş.
   Efsunkar’ın büyüsü bütün diyarda felaketlere yol açmaya başlayınca tanrının emriyle Efsunkar’ı bu diyardan sürmesini söylemiş. O zaman hemen en güvendiği adamlarına bu emri anlatıp onlardan sahte bir isyan çıkararak onu asmalarını söylemiş tanrıdan gelen ilhamla ki Efsunkar başsız kalan ülkeyi ele geçirmeye hiç düşünmeden gelsin ve onu rahatça bu diyardan sürebilsin. 
İsyan çıkıp asıldığında tanrının izniyle dar ağacı onu boğmamış ve olup biten her şeyioradan izlemiş. Tam Efsunkar’ın karşısına çıkacakken Cazu ona meydan okuduğundan planınıaçıklayacak kadar bile güvenmediği o büyücü kadından kurtulmak için müdahale etmemiştir ama Sair şehri yok etmeye kalkınca ülkesi ve halkı için müdahale etmek zorunda kalmıştı.
*** 
…Cinlerin şahına orayı derhal terketmelerini zira bu aleme açtıkları kapıyı kapattığında hiçbirisi için kuruluşun olmayacağını söyledi. Sair’in,Sultan’ın sözlerini dikkate alıp meydanı terketmesi gerekirken bu özler onu öfkeli bir hücuma yöneltti.
Bu arada alevden yaratılanlardan hiç birinin fark etmediği halde kara demir kapı yavaş yavaş kapanmaya başlamıştı. Sair sağ tarafındaki cinlere saldırmalarını emretti.Cinler ağızlarından lavlar saçarak üzerine doğru koşmaya başladıkları sırada Sultan ellerini açıp dua etti ve yüzüne sürdü. Daha sonra başını çevirip saldıran cinlere doğru baktığında birden yer sarsılmaya başladı ve gökten bir ak alev inip üzerlerine hepsini yok etti. Ordusunun üçte birini bir anda kaybeden Sair küplere bindi. Bu sefer geride kalan herkese saldırmasını emretti. Sultan başını kaldırıp saldıran cinlere doğru baktığında onların da üzerine gökten bir ak alev düştü ve hepsini yok etti.
Sair ordusunu biranda yakıp kül eden Sultan karşısında korkmaya başladı. Tam arkasını dönüp kaçacakken büyük bir gürültü duyuldu. İşte korktuğu da başına gelmiş , kara demirden kapı kapanmıştı. Kaçamayacağını anlayan Sair,Sultan’a döndü. Sinirinden saçlarındaki alevler yangına dönmüş,öfkesi büyüdükçe alevden gövdesi de devasa bir hal almıştı.
Birden gözlerinden ve ağzından Sultan’a doğru alev üflemeye başladı. Sultan yaratanın‘Hu’ ismini söyledi ve bir rüzgar meydana gelip alevleri dağıttı. Sair e doğru yürümeye başladı. Adım attığı her yerde yeşillikler bitiyor,o ilerledikçe etrafındaki ateşler sönüyordu. Bu sefer Sair cehennem çukuruna benzeyen ağzını açıp meydana lav kusmaya başladı. Lavlar sanki aklı varmışçasına Sultan’ı kovalıyordu. Sultan tam lavlar tarafından kapana kısılıp yutulacağı anda yaratana gizleyici ismi olan ‘Ya Settar’ ile seslenip dua etti ve birden ortalıktan kayboldu. Alevden gözler onu göremez hale geldi.
Sair onu kaybedince sinirden deliye döndü.Öfkelendikçe naralar atıyor ve vücudu daha da devasa bir hal alıyordu. Birden naraları kesildi,vücudu kaskatı oldu. Gözleri yuvalarında hırçınca dönüyor aynı anda boğazından korkunç hırıltılar geliyordu. Tam o anda yaratan örtüyü kaldırdı ve Sultan Sairin tam karşısında havada beliriverdi.sağ elini ona doğru uzatmış ve onu boğazlıyormuş gibi sıkıyordu. Yeşil elbiseleri o yaratanın can alıcı ismi olan ‘El Mümit’i söyledikçe daha da sert dalgalanıyordu. Kolunu indirerek havada Sair’e doğru süzülmeye başladı. Dudakları hareket ediyor ve durmadan yaratanı anıyordu.Sair’in devasa suratına ve alnına doğru yaklaştı. O lanetli şahın iki kaşının arasına sağ işaret parmağıyla dokundu ve son olarak o kutsal ismi andı. İşte o zaman Sair bir ak alev çukurundaymış gibi yanmaya başladı. Nurani alev tüm vücudunu sardı. Acı çekerek çektirdiği acıların bedelini ödedikten sonra ondan arda kalan tek şey harabeye dönmüş meydanın ortasındaki devasa bir kül yığını oldu.
Her şey bittiğinde meydanı süpüren kuvvetli rüzgar hem Sair’in hem onun ordusunun hem de Efsunkar’la Cazu’nun küllerini cehennemin derinliklerine doğru savurdu…

23 Mart 2015 Pazartesi

Cemre

     Cemre köken olarak sanıldığının aksine Arapçadaki ateş anlamındaki sesteşinden değil de Altay mitolojisindeki İmere isimli bir ruhtan gelmektedir. Şöyle ki; bu ruh bahar geldiğinde parıltılar halinde göğe çıkar. Daha sonra yere doğru inerken havayı ısıtır sonra üzerine düştüğü buzları ısıtır en sonunda da toprağa iner ve onu ısıtır. Fakat İslamiyet öncesi politeist inanç sisteminde varlığını oluşturup sürdürmüş olan bu inanış nasıl şekil değiştirmeden İslamiyet sonrası kültürde de varlığını sürdürebilmiştir?
     Bu soruya cevap vermeden önce bir kavramı açıklamak istemekteyim. Anâsır-ı erba' yani dört unsur.
     Anâsır-ı erbâ' filozofların her devirde ilgilerini çekmiş ve bir çok medeniyette kendisine bulmuştur. Öyle ki Farâbîden Gazâlîye,İbni Sînâdan Kındîye bir çok İslam Felsefecisinin ele aldığı hatta eserlerinde önemli yerler verip uzunca anlattıkları bu konu İslâmî felsefeye de Antik Yunan filozoflarından geçmiştir.
     Allah(c.c) nin kâinâtı ateş,su,toprak ve havadan miktar miktar karıştırıp birleştirerek oluşturduğu anlatılmıştır. Hatta İlm-i Letâif'te insan vücudunu oluşturan on latîfeden dördü yine bu dört maddedir.
     Bu düşüncenin Aristo tarafından yapılan ve İslam düşünürlerince de benimsenen sistemleştirilmiş şekli şöyledir ki;kâinat Ay altı ve Ay üstü âlem olmak üzere iki kısımdır. Ay üstü âlem ebediyyet diyarıdır. Orada oluş ve bozuluş yoktur. Ay üstü âlemin tamamı "esîr" denilen görünmez ,ince ,nârin,esnek,akıcı ve latif bir maddeyle kaplıdır.
     Ay altı âlemde ise durum farklıdır. Tek değil ateş,su,toprak ve hava olmak üzere dört madde vardır. Bunlar kendilerinin zıttı keyfiyetlere maruz kalaral oluş ve bozuluşa uğrarlar ve cisimleri meydana getirirler. Öyle ki bu dördü mutlak ağır olan toprak en altta,göreceli ağırlıklara sahip hava ve su ortada seyr halinde ve mutlak hafif olan ateş en üstte olmak üzere her cismin varlığında farklı şekillerde bulunurlar.
     Keyfiyet ise oluş ve bozuluşu tetikleyen her bir unsura has etken haldir. Bu keyfiyetlerden ateşe hâkim keyfiyet sıcaklıktır. Suya hâkim olan nemlilik, havaya hâkim olan kuruluk ve toprağa hâkim olan da soğukluktur Keyfiyetlerin cisimlere nufûzu hal değişimine sebebiyet verir ancak unsur yok olmaz değişime uğrasa da Allah(c.c) nin takdîr ettiği vakte kadar bâkidir.
     İşte anâsır-ı erbâyı kısa bir şekilde anlattıktan sonra asıl konumuza dönelim. Cemre denen olayda günümüzdeki algı şudur. Cemre yani ateş sırasıyla havaya,suya ve toprağa düşerer onları kendi keyfiyeti olan sıcaklığıyla ısıtarak oluş ve bozuluşa uğratır. Ateş önce havaya düşer ve bünyesinde hava bulunan cisimlere can gelir. İkincil olarak suya düşer ve onu ısıtarak suyla ilgili herşeye can verir ağaçların dallarına o vakit su gitmeye başladığı söylenir. Ve en sonunda da toprağa düşüp de onu da ısıtarak toprağın bağlı olduğu şeyleri canlandırır yâni tüm dünyayı.  Yani cemre her düştüğünde mevcut keyfiyetler ısıyla hal değiştirir ve doğanın canlanması meydana gelir.
     Bu durum ki insanlarda Allah(c.c)'nin yeryüzünü yaratmasındaki esrârın tekrar üzerine tekrar eden sırrı olarak görülmüş ve bu şekilde İslâmiyetten sonra da bu paganist inanç kendini kabul ettirmiş ve yaşayışını sürdürmeyi başarmıştır.

28 Ocak 2015 Çarşamba

Gulyabanî

           Gul-i Biyâbânî
     Yani nâm-ı değer gulyabani... Hepimiz bu yaratığı Ertem EĞİLMEZ'in "Süt Kardeşler" filminden hatırlamaktayız. Şüphesiz çocukluğumuzun en korkutucu yaratıklarından biriydi. Hele filmde adeta insanin kanını donduran fon müziği eşliği eşliğinde ağaçlar arasında salınarak yürümesi ve o mükemmel sinema oyuncularının korku dolu bakışları kusursuz dokudukları rolleriyle bizi başka bir aleme götüren bir sahneyle karşılaşmıştık.

     Şimdiyse gulyabaniyi daha farklı yönlerden ele alalım;

     Etimoloji: Bir kaynakta şöyle geçmekte "Gulî ye bân".  'gul' ilgi anlamına geliyor. 'Ban' da ses. Yani sesle ilgili , sese ilgi gösteren yahut adını anınca ananın yanina gelebileceği belirtilen hatta bu şekilde isimlendirilen bir yaratık.

     Diğer bir kaynakta ise "gûl -i biyâbân" anlamı da aniden ortaya çıkan,saldıran,parçalayan, bir yaratık. 'Gul' tek başına gulyabani terkibini karşılamaktadır. Ama ardına ıssız kimsesiz yer, çöl,sahra anlamındaki 'biyâbân' kelimesi getirilerek bir nevi anlatıma güc katılmak istenmiştir.
     Bu tahlilden de bu yaratığın ıssız yerlerde gezdiği anlamı çıkartilabilir.
     Hikayesel tasvir:
     Anadolda önceleri ahu baba denilen zaatla beraber anılmaya başlanmış. Daha sonra da birleştirilerek bir tutulmuşlardır. Şeklen şöyle anlatılır;minare boyunda,upuzun yerlere kadar bir sakalı olan,elinde asası olan dev bir yaşlı adam görünümündedir.
     Adı bazı hurafelerde de geçer. Bu yaratığın korkunç bir varlık olduğunu söylerler. Karanlıkta çöl veya mezarlıklarda gezer. Vücudu tüylerle kaplıdır. Cinniler gibi ayakları terstir. Ve çok pis kokar.
     Bazen de akşam üstleri dağ yamaçlarında veya çöllerde ortaya çıktığı söylenir. Vücudu hikayeye paralel olarak akşamüstünün rengi sarı ve kırmızı tüylerle kaplıdır. Avcılara yanaşıp onlarla güreş tutmaya çalışırmış. Eğer avcı yenerse çekip gidermiş ama gulyabani yenerse avcı çok kötü hastalanırmış.
     Bir de gulyabaninin zararsız yönleri varmış. Bu yaratık at binmeyi ve atların yelelerini örmeyi severmiş. En güzeli de çocukları çok severmiş. Hatta bazen oyun oynayan çocukların arasına birden çıkıp onları güldürmeye çalışırmış.
     Mitolojik yeri; bu yaratık arap mitolojisinde çöllerin ve ıssız yerlerin iyesidir(ruhu). Yolcuları yolundan çevirip mahveder. Türk mitolojisinde 'Albastı'yla bir tutulur. Sibirya'ya gidildikçe yeti yahut kocaayak olur. Latin ülkelerinde ise Chupacabra. Amma hepsinde mantıken bir bütünlüğe rastlanır. İnsanımsı bir silüet,vahşilik ve kıllarla kaplı dev bir vücut.
     Son olarak da bana daha yakın bi kavram olan yaban adamı üzerinde durmak istiyorum. Öyle ki Anadolu'nun her köşesinde her evde cin-peri hikayeleri anlatılır. Karadenizde ise bu hikayeler ormanlık ve kuytu yerlerin çokluğundan olsa gerek daha bol bulunur zira malzeme fazladır. Çoğunu birinci ağızdan dinlediğim onlarca cin-peri hikayesi vardır. Ama bunlar içinde birisi gulyabaniye benzer ama cinnilerden bir varlıkla yaşanmıştır.
    Biz Karadenizliler cinlerin geceleri ormanlarda horon teptiğini düşünen  yahut onlarla horon teptiğini söyleyen insanlarla dahi muhatab olduğumuz için bu masallar bizde ne gerçek ne yalan ikisi arasında takılıp kalmıştır.
     Bahsettiğim hikaye bizzat babannemin başından geçmiş. Şöyle ki; köy yerinde sabah erkenden kalkılır ve tarlaya çalışmaya öyle gidilir. Ancak saat olmadığı için Ay'a bakarak hareket edilip öyle evden çıkılır. Babannemle babası bir sabah saati yanlış hesaplayıp birkaç saat evvelden yani geceyarısından az sonra yola çıkmışlar. Yol kenarında tüylerle kaplı bir adam görüyorlar. Babannenin tabiriyle 'YABAN ADAMI'. Yanından geçip gidiyorlar. Bir yarım saat yürüdükten sonra aynı adamın yanından bir daha geçerler. -ki bence bu korkunç bi durum- Yaklaşık bir o kadar daha yürüdükten sonra yine aynı adamın yanından geçerler. Ama sorun şudur dönüp dolaşıp adamın yanına gelmiyorlar. Adam miskin halde ve şeklen hiç bozulmadan üç defa üst üste aynı şekilde bunların karşısına çıkıyor. Üçüncü sefer adamı görünce babannemin babası bu varlığın ne olduğunu anlar. Bu bir cindir. Ayaklarına bakar ve ayaklarının da ters olduğunu görür ve muavizeteyn okuyarak yoluna devam eder. Daha sonra gün aydınlanmaya başlar ve bir daha o varlığı görmezler.
     Bunu anlatmamın sebebi şuydu. Görünen adam tüylerle kaplı,ayakları ters,ıssız yerlerde dolaşıyo,gece var ve gündüz yok. Yani yüzde doksan oranında gulyabaniyle aynı. Hatta o zamanlar gulyabaniyi duymuş olamayacak bir kadın yani babannem ona yaban adamı diyor. İsimler bile aynı. Ama bir fark var hikayede o bir cinni yani tamamen farklı bir yaratık değil. Şimdi şunu söylemek istiyorum." Acaba insanlar neden bir varlığa kırk elbise giydirir yahut ben mi kırk varlığı bir elbiseye sokuyorum.
                                               SON